Liberteryen Açıdan Filistin Meselesi
- Steinfluss

- 16 Ağu 2024
- 11 dakikada okunur

Giriş
İsrail-Filistin çatışması konvansiyonel medya ve farklı dijital mecralarda insanların siyasi pozisyonları doğrultusunda veya tamamen duygusal nedenlerden dolayı taraf aldığı bir küresel kamplaşma konusuna dönüştü. Bu konu hakkında çeşitli Rothbardyen düşünürlerin birbirlerinden oldukça farklı çıkarımlarda bulunduğunu görmüş olduk.
Şu yadsınamaz bir gerçektir ki devletler arasındaki çatışmalar savaşın her iki tarafında yer alan sivilleri iradeleri dışında gerçekleşen bir şiddet ortamına gitmeye zorlamaktır, bu zorunlu köleliktir ve en nihayetinde cinayettir. Savaşın iki tarafında yer alan siviller de bu korkunç baskı ve zorlamanın mağduru olmaktadır ve bu yüzden bakacak olursak savaş, bireylerin en temel mülkiyet hakkını reddeden rızasız kölelik eyleminin en acımasız ve en özgürlük karşıtı formudur. Bir liberteryenin herhangi bir şekilde savaş çığırtkanlığı yapması veya herhangi bir şekilde savaşı meşrulaştırması kabul edilemez.
Savaşın ve devlet saldırganlığının ontolojik temellerine dair benimsenen bu tutum şüphesiz ki ahlaken doğru olandır ve dünyanın mevcut durumuna ilişkin kavrayış için hayati bir öneme sahiptir. Ancak sorun şu ki birçok liberteryen burada durma, herhangi bir savaşta veya uluslararası çatışmada neler olup bittiğini bilme sorumluluğundan kaçarak tüm devletlerin eşit derecede suçlu olduğu sonucuna sazan gibi atlama ve ardından konuyu ikinci kez bile düşünmeden hayatına devam etme eğilimindedir. Kısacası, liberteryen (ve modern devlet yapısına karşı olan herkes) kendini rahat bir “Üçüncü Kamp” pozisyonuna sokma, herhangi bir çatışmada tüm tarafları eşit derecede suçlama ve konuyu bu şekilde havada bırakma eğilimindedir. Bu tutum, özellikle Türkiye’de kendilerine liberteryen diyen aveller arasında sıkça görülmektedir.
Bu oldukça konfor düşkünü ve korkakça bir pozisyondur, zira her iki tarafın taraftarlarını da kendine yabancılaştırmama ve aynı zamanda somut olayın gelişimini incelemekten kaçınma kolaylığını sağlar. Herhangi bir savaşta, taraflar bu yaklaşımı benimseyen bireyleri iflah olmaz bir şekilde “kuramcı” ve mücerret düşüncelere sahip bir sekter, hatta sürmekte olan savaş hakkında bilgi sahibi olmadan ya da taraf tutmadan sadece “saf” pozisyonunu papağan gibi tekrarladıkları için oldukça sevimli bir adam olarak görürler. Kısacası; her iki taraf da bireylere, tarafsızlıklarının olayların gidişatı veya bu olayların kamuoyu üzerindeki etkisi üzerinde herhangi bir değişim yaratmayacağını bildikleri için tahammül eder, hatta zaman zaman başlarını bile okşar!
Liberteryenler nihai ilkeleri papağan gibi tekrarlamanın modern devletler ile başa çıkmak için yeterli olmadığını bir an önce anlamalıdır. Tüm tarafların nihai devlet suçunu paylaşıyor olması, tüm tarafların eşit derecede suçlu olduğu anlamına gelmez. (1)
Başka bir deyişle; dünyadaki her cinayet, her şiddet ve her alıkoyma suçunun failleri eşit derecede suçlu değilse dünyadaki her savaşın aktörleri de eşit derecede suçlu değildir. Bu durumun aksini iddia etmek insanoğlunun 5000 yıllık hukuk külliyatının en temel ilkesi olan Graviora culpa graviore poena (Kusur ağırlaştıkça ceza da ağırlaşır) ilkesini adeta alaşağı etmektir. Hemen hemen tüm savaşlarda bir tarafın, diğerine kıyasla daha fazla suç yükü taşıdığı ve bu sorumluluğun genellikle saldırganlık, siyasi popülarite ve fetih dürtüsü gibi motivasyonlarla su yüzüne çıktığı açıktır.
Bir savaşta hangi tarafın daha suçlu olduğunu belirlemek için, o çatışmanın tarihsel gelişimini derinlemesine incelemek gerekmektedir. Bu durum, yalnızca zaman harcamayı değil, aynı zamanda karmaşık dinamikleri anlamayı ve en önemlisi, belirli bir tarafa daha fazla suç isnat etmek suretiyle taraf tutma motivasyonunu de gerektirir. Bu çaba ve motivasyonun tabii ki her insan tarafından gösterilmesini bekleyemeyiz. Saydığım ön koşulları yerine getiremeyen veya getirmek istemeyen okuyucularıma derhal bu makaleyi kapatmalarını ve günlük hayatında her ne işle meşgulse o işe geri dönmelerini tavsiye ederim.
Bu sert ama gerekli girizgahtan sonra İsrail-Filistin meselesinin tarihsel gelişimini ve bölgedeki iç ve dış aktörlerin birbiriyle olan ilişkilerini incelemeye başlayabiliriz.
Arz-ı Mev'ud (Vaat Edilmiş Topraklar)
Tarihin her döneminde dünyanın merkezi konumunda bulunan Ortadoğu, sahip olduğu özellikler ve stratejik önemi nedeniyle sürekli bir çekim merkezi konumunda bulunmuştur. Ortadoğu’nun bu durumu bu bölgede savaşların ve egemenlik mücadelelerinin her dönemde yaşanmasına neden olmuştur. Ancak tarihin hiçbir döneminde ve dünya coğrafyasının hiçbir yerinde, Yahudi ve Filistin halkları gibi birer avuç insan, Filistin gibi küçük bir toprak parçası için bu denli uzun ve sert bir mücadele yaşamamıştır. Filistin üzerindeki Arap-Yahudi mücadelesi, modern çağın en uzun kavgasını teşkil etmektedir. Yahudiler için bu kavganın nedenleri daha çok dini olmakla beraber sonraları Siyonizmin de etkisiyle siyasi ve politik bir şekle bürünmeye başlamıştır. Dini neden diyorum, çünkü Yahudilerin inanışlarına göre Filistin bölgesi kendilerine Tanrı tarafından vaat edilmiştir. Dolayısıyla MS 70 yılında Romalılar tarafından bölgeden sürüldükten sonra yaklaşık 2000 yıl uzak kaldıkları kutsal topraklara dönüş mücadelesini hiç bırakmamışlar, diaspora dönemlerinde hep kendilerine vaat edilmiş topraklara dönme hayaliyle yaşamışlardır.
İsrailoğulları’nın tarihi Tevrat’a göre MÖ 1750’lerde başlar. Tevrat’ın yaratılışa ait olan ilk kitabı Genesis’e göre, Yahudi kavminin başlangıcı İbranilerdir ve Yahudi dininin kurucusu İbrahim (Abraham veya Abram)’dir. Kuzey Sami kavimlerinin atası sayılan ve Hz. İbrahim’in soyundan geldiği kabul edilen İbraniler, kendilerini “Tanrı’nın seçilmiş kavmi” olarak görmüşlerdir. Bu halkın inancına göre Tanrı, Hz. İbrahim’in kişiliğinde İsrailoğulları ile gerçekleştirdiği anlaşmayla onları yalnızca kendisine tapınmakla görevlendirmiş, Hz. İbrahim’i tanrısal gerçekleri dünyanın bütün kavimleri arasında yayması için seçmiştir (Kitab-ı Mukaddes Eski Ahit, 1976: Tekvin Bap 17). Bu anlayış itibariyle Yahudilik, sadece bu topluluğa ait bir din olma ayrıcalığına inanılarak varlığını sürdürmüştür. Tevrat’a göre Yahudiler, Hz. Nuh’un oğlu ve Sami ırkının atası sayılan Sam neslindendir. Sami ırkına mensup olan Yahudilerin en eski vatanları Mezopotamya idi. Yahudiler uzun süre Arabistan çöllerinde yaşadıktan sonra Fırat ve Dicle Nehirleri’nin uzandığı Mezopotamya ile Akdeniz sahillerini içine alan, “Yeşil Hilal” olarak adlandırılan tarıma elverişli alanlara göç etmişlerdir.
Tevrat’a göre Hz. İbrahim, Yehova (Allah)’nın emriyle kabilesinin başında Babil’deki Ur şehrinden Tanrı tarafından vaat edildiğine inanılan “vaat edilmiş toprak” Kenan diyarına göç etmişlerdir. Tevrat’ın efsanesine göre Tanrı’nın Hz. İbrahim’e “Mısır Nehri’nden büyük nehir olan Fırat’a kadar Kenaniler, Keniziler, Kadmoniler, Hettiler, Perizziler, Refailer, Amoriler, Girgaziler ve Jebusilerin memleketini senin nesline veriyorum,” dediğine, Nil’den Fırat’a kadar uzanan toprakları İsrailoğulları’na verdiğine inanılır (Kitab-ı Mukaddes Eski Ahit, 1976: Tekvin Bap 15). Bu ilahi motivasyonla birlikte fetih ve göç hareketlerini hızlandıran Yahudiler bölgeye hâkim olan ve Filistin’in ilk halkı olarak bilinen Sami ırkına mensup kabilelerden Kenaniler ile baş edemeyerek Mısır’a göç etmişlerdir. Bölgedeki kuraklık da göç etmelerine eklenen diğer bir neden olmuştur.
Tevrat’a ve diğer mukaddes kitaplara göre Hz. İbrahim’in torunlarından Hz. Yakub’un oğlu Hz. Yusuf, firavunun nazırı olmuştu. Kenan diyarından Mısır’a göç eden İsrailoğulları’nın sayısı Hz. Yusuf zamanında artış göstermiş fakat Yahudiler zenginleşip ülkenin kilit noktalarını ele geçirmeleri nedeniyle Mısır firavunlarının zulüm ve baskısına uğrayarak zamanla köle durumuna düşmüşlerdi. MÖ 1200’lere kadar orada tutsak kalmışlar, Hz. Musa önderliğinde Mısır’dan ayrılarak kölelikten kurtulmuşlardır. Tevrat bu döneme Exodus (Çıkış) demektedir. Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun’a nasip olmayan dönüş Hz. Musa’nın yardımcısı Hz. Yuşa zamanında gerçekleşmiş, Kenan diyarı (Arz-ı Mev’ud, vaat edilmiş topraklar) olarak bilinen bugünkü Filistin’e yönelmişlerdir. Mısır’dan göç eden Yahudiler Filistin’e hâkim olmak için bu ülkeye adını vermiş olan Filistinliler ve çeşitli halklarla savaşmışlar ve MÖ 1234’ten sonra Filistin’e hâkim olmuşlardır. Hz. Musa’dan sonra yerine geçen Hz. Yuşa, Kenan diyarını fethettikten sonra burasını on İsrail kabilesine paylaştırmıştır. MÖ 965-930 tarihleri arasında krallığını yürüten Hz. Süleyman zamanı krallık tarihinin en iyi dönemidir. İsrail Krallığı kuzeydeki On Kabile’nin (Yahuda ve Benyamin kabileleri dışındaki bütün İsrail kabileleri) Mısır’dan Fırat Irmağı’na kadar uzanan topraklarını içine almış, krallık gerek ekonomik gerek siyasi bakımdan büyük gelişme göstermiştir. Süleyman, ilk Yahudi tapınağını (Beyt-i Makdis-Süleyman Mabedi) inşa ettirerek Kudüs’ü İbranilerin kutsal şehri haline getirmiştir. Bu dönem “Birinci Tapınak Dönemi” olarak adlandırılmıştır. Hz. Süleyman’ın MÖ 930 yılında ölümü üzerine yaklaşık 70 yıl kadar süren ilk İsrail Devleti’nin varlığı, İsrail adı altında yaşayan Oniki Kabile’nin iç ihtilafları, yoğun yabancı etkisi ve kentsel yaşamın gelişmesinin ortaya koyduğu gerilimler nedeniyle sekteye uğramış, Hz. Süleyman’ın oğlu Rehoboam tahta çıktığı dönemde tüm bu etkenler devletin ikiye ayrılmasına yol açmıştı. İki ayrı Yahudi devletinden biri kuzeyde İsrail kabilesinden on tanesini içine alan ve başkenti Samaria (Samariye veya Nablus) olan İsrail Krallığı adını almış, diğeri güneyde Davud’un soyundan gelen Yahuda ve Benyamin kabilelerinin yönetiminde olan, Kudüs şehrine sahip Yahuda (Juda) Krallıkları olarak kurulmuştur. Yaklaşık 200 yıl varlığını koruyan kuzeydeki krallık, ayakta kaldığı dönem boyunca hanedanlar arasındaki sürtüşme ve dengesizliklerle uğraşmıştır. Başkenti Samariye’nin düşmesi ile MÖ 722’de yıkılan İsrail Krallığı Asur İmparatorluğu’nun hâkimiyetine geçmiş, yaklaşık 350 yıl boyunca ayakta kalan, MÖ 587’de çöken Yahudi Devleti ise Asur İmparatorluğu yıkıldıktan sonra kurulan Bâbil Krallığı’nın istilasına uğramıştır (Küçük Hayat Ansiklopedisi, 1968: 1194). Tüm bu gelişmeler neticesinde Yahudiler Bâbil’e sürülmüş, Kudüs tapınağı da yıkılmıştır. Bundan sonra Yahudilerin göçe mecbur bırakıldıkları dağılma dönemleri başlamış, bu olaylar Yahudilerin tarihinde “Bâbil Sürgünü Devri” olarak yerini almıştır.
Bu sürgünün devamında Pers İmparatorluğunun bölgeye hakim olmasıyla birlikte Yahudiler bölgeye, eskisine göre daha azınlık gruplar olarak da olsa geri dönmüşlerdir. Roma idaresinde Yahudilere uygulanan vergilerin ağırlığı, feodal yöneticilerin zulmü ve dini gerekçeler yeni isyanları beraberinde getirmiş, Yahudiler arasında bağımsız bir Yahudi devleti kurma girişimleri yoğunlaşmıştır. Bu amacı benimseyen Yahudiler Tevrat’a mutlak bağlılığı gerekli görüyorlar, Yahve (Tanrı) her şeyin efendisi olduğuna göre dünyanın bir gün Yahudilerin hükmü altına gireceğini, inançlarına bağlı kalırlarsa zafer elde edeceklerine inanıyorlardı. Bütün bu gerekçeler ile Yahudiler, MS 66-73 tarihleri arasında tekrar ayaklandılar. Bu ayaklanma nedeniyle Roma orduları Kudüs’e yönelerek Bâbil sürgünü dönüşünde inşa edilmiş olan ikinci tapınağı yıkmışlardır. Bu olaydan sonra Yahudiler bölgeden göç etmeye zorlanmışlar, başta Mısır olmak üzere Romalıların hâkimiyeti altındaki farklı ülkelere sürülmüşlerdir. İşte bu büyük sürgünle birlikte Yahudilerin ‘’Yabancıların hakimiyeti dönemi’’ olarak adlandırdıkları 1878 yıllık dönem başlamıştır. Yahudiler bu büyük sürgünle birlikte, Kuzey Afrika, Anadolu ve Doğu Avrupa’ya göç etmişler, bir kısmı Romalılar tarafından köle veya esir olarak Batı Avrupa’ya götürülmüşler, bir kısmı da Mezopotamya ve Hicaz’a gitmişlerdir.
Yahudilerin Filistin topraklarının meşru malikleri olma iddiasının kanıtı olarak sundukları M.Ö. 135’ten bu yana “kesintisiz bir veraset çizgisi” göstermeyi amaçlayarak İsrail topraklarındaki tapuların izini binlerce yıl önceki bu ilk edinimlere kadar sürdürmeleri bu tarihsel arka planı ana noktalarıyla makeleme eklememdeki başlıca gerekçedir. Bu argüman bazı sözde liberteryenler tarafından “Toprağın yaklaşık 2000 yıl önce kendilerinden çalındığını ve İbranilerin sadece normal miras uygulamalarında ebeveynlerden çocuklara geçen mirası geri aldıkları” iddiası ile sıkça dillendirilmektedir.
Romalılar bu toprakları yaklaşık iki bin yıl önce Yahudilerden çaldı; Yahudiler bu toprakları Araplara ya da başka birine asla vermedi. Dolayısıyla liberteryen teoriye göre Yahudilere geri verilmelidir.(2)
Yahudiler Meşru Malikler Midir?
Bu iddiayı en etkili bir şekilde tartışıp sonuca ulaştırmak için meşru mülk edinim yollarının iyi bir şekilde bilinmesi ve devamında tarihsel verilerin bu edinim yolları bağlamında değerlendirilmesi zaruridir.
Mülkiyet hakkının elde edilişinin doğal hukuk bağlamında iki meşru yolu vardır. İlki bugünki pozitif hukukta aslen iktisap olarak da bilinen Locke’çu anlamda homesteading usulüdür. Kazanılan mülkiyetin daha önce kimse tarafından sahiplenilmemiş olması durumunda ilk defa kullanılmak suretiyle doğrudan doğruya kazanıldığı hallerde homesteading’den bahsedilir. Hoppe bunu sürekli olarak ilk kullanım, ilk sahip olma fikri savunusuyla birleştirmektedir. Mülkiyet kazanımının ikinci meşru yolu ise devren (mübadele yoluyla) kazanmadır. Tüm mülkiyet her zaman ve değişmez bir şekilde belirli, tanımlanabilir birey(ler)in mülkiyetidir ve tüm mülkiyet transferleri ve mübadeleleri belirli bireyler arasında ve belirli, tanımlanabilir nesnelerle ilgili olarak gerçekleşir.
Bu saydığım yollar dışında gerçekleştirilen bütün edinim yolları, doğal hukukun mülkiyet prensiplerini kaçınılmaz olarak ihlal edecektir. Bir başka deyişle mülk sahibi olmayan ya da daha önce böyle bir mülkü üretmemiş olan ya da önceki bir mal sahibinden gönüllü devir yoluyla edinmemiş olan bir kişinin mülk üzerindeki tüm hak iddiaları gayrimeşrudur, hukuka aykırıdır (haksızdır). Belirtilen bu usuller dışında edinilen bir mülkün (bu haksız edinim aynı zamanda; hırsızlık, gasp, dolandırıcılık, yağma gibi birçok suç tipini ihtiva edebilir) gerçek hak sahibi ile hali hazırda mülk üzerinde hakimiyet kurmuş haksız zilyet arasında bir çatışma doğuracağını tahmin etmek hiç de zor değildir. Bu çatışmanın çözümü iyimser bir senaryoda tarafların uzlaşması veya bağımsız bir yargı merciinin adil olan durumu tesis etmesi şeklinde ortaya çıkabileceği gibi bu gibi çözüm yollarının işe yaramadığı durumlarda tarafların kuvvet kullanmak suretiyle hakkını bizzat arama (ihkak-ı hak) durumu da ortaya çıkabilir.
Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin asırlar sonra yeniden kurulmasını destekleyen, Yahudi milliyetçiliğini temel alan ve kurucu önderliğini Theodor Herzl’in üstlendiği Siyonist hareket, Filistin’de uyguladığı ve halen uygulamakta olduğu şiddeti kendilerinden 2000 sene evvel gasp edilen topraklarını ihkak-ı hak yoluyla geri aldıkları gerekçesiyle meşrulaştırma çabasındadır. Öyle ki hareketin bu çabaları birçok resmi deklarasyonlarında da açıkça görülebilmektedir.
İsrail toprakları Yahudilerin doğum yeridir. Bu topraklarda Yahudilerin manevi, dini ve politik kimlikleri şekillenmiştir. Bu topraklarda ilk devletlerini kurdular ve kültürel değerlerini yarattılar ve bu topraklar Dünyaya kitapların en mukaddesini verdi. Topraklarından güçle kovulduktan sonra Yahudiler topraklarına geri dönme ümitlerini hiç kaybetmediler ve daima eve dönüp politik özgürlüklerine kavuşmak için dua ettiler. Bu tarihi ve geleneksel bağlarla, Yahudiler, kendilerini antik evlerine tekrar entegre etmek için çaba gösterdiler ve yakın tarihlerde kitleler halinde geri döndüler. (4)
Sunulan bu absürt gerekçenin yarattığı en büyük sorun Yahudi milletini kolektif bir şekilde meşru mülk sahibi olarak görmesi ve mülkiyet hukukunun en önemli ilkelerinden birisi olan belirlilik ilkesini açıkça göz ardı etmesidir.
Bir bireyin Yahudi üst kimliğine sahip olması onun Filistin bölgesindeki gelişigüzel bir araziyi gasp edip “Burada eskiden Yahudiler yaşıyordu’’ demesini meşrulaştırır mı? Veya bir merkezi otoritenin çıkıp da “Buralar zamanında Yahudi toprağıydı’’ diyerek kendi milis kuvvetlerini rastgele yerleştirmesi liberteryen etikle bağdaşır mı? Cevap vermekten dahi hicap duyduğum bu komik soruları maalesef yazımın bütünlüğünü sağlamak için yanıtlamam gerekiyor.
Günümüz Yahudilerinin Filistin’deki anavatan iddiası ancak tüm liberteryen düşüncenin esas unsuru ve karakteristik özelliği olan metodolojik bireyciliğin, yani bireysel kişilik, özel mülkiyet, suç ve kabahatin bireyselliği kavramlarının çöpe atılması halinde savunulabilir. Bu durum ise, grup ya da kabile mülkiyeti, kolektif sorumluluk ve kolektif suçluluk gibi kavramlara olanak tanıyan bir tür mental hastalığın varlığına işaret eder.
İlk mülk edinim “Yahudiler” tarafından değil, belirli bir Ben veya Nate tarafından yapılmıştır ve aynı şekilde Ben veya Nate’e karşı işlenen suçlar için tazminatlar “Yahudilere” değil, mirasçıları olarak belirli bir David veya Moshe’ye ödenmelidir ve bunlar “İsrail’in” tamamını değil, belirli mülk parçalarını ilgilendirmektedir. Antik zamanların Ben’inin ya da Nate’inin varisi olarak tanımlanabilecek herhangi bir mevcut David ya da Moshe bulunamadığından, herhangi bir mevcut mal sahibine yöneltilen tüm tazminat talepleri dayanaktan yoksundur. (5)
(Bu kadar uzun süreyi kapsayan bir veraset zincirinin tespit edilebilmesi neredeyse imkansız olduğu için bugün sözde İsrail devleti üzerinde yaşayan insanların kahir-i ekseriyetinin mülklerini gayri meşru şekilde elde etmiş olduğunu söylemek hiç de abartı olmayacaktır.)
Bu bağlamda, bir Yahudi anavatanını savunmak için alternatif bir mülkiyet teorisine ihtiyaç duyulması kaçınılmaz hale gelmektedir. Walter Block ve bazı goyim liberteryenler de, bu ihtiyaca binaen alternatif bir teori geliştirmişlerdir: Bu teoriye göre mülkiyet hakları ve buna dayalı tazminat talepleri, genetik ve kültürel benzerlik üzerinden de meşrulaştırılabilir. Antik Yahudiler ile günümüz Yahudilerinin genetik ve kültürel akrabalığı nedeniyle, günümüz Yahudilerinin antik Yahudilerden çalınan mülkler üzerinde hak sahibi olduğu öne sürülmektedir. Bu çerçevede, 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasından hemen önce ve sonrasında yüz binlerce Filistinli Arap’ın ülkeden sürülmesi, bir suç olarak değil, Yahudilere ait olduğu varsayılan ve iki bin yıldan uzun süredir öyle kabul edilen mülklerin yeniden elde edilmesi şeklinde değerlendirilmektedir.
Romalılar bu toprakları yaklaşık iki bin yıl önce Yahudilerden çaldı; Yahudiler bu toprakları Araplara ya da başka birine asla vermedi. Dolayısıyla liberteryen teoriye göre Yahudilere geri verilmelidir.(2)
Ancak bu teori sadece liberteryenizmle açıkça çelişmekle kalmıyor, aynı zamanda tarihsel eylemleri göz önüne alındığında Yahudileri daha da haksız bir konuma düşürüyor. Çünkü Yahudiler yüzlerce yıl Mısır’da yaşadılar ve sonunda “vaat edilmiş topraklara” ulaştıklarında burası hiç de boş değildi (yukarıda bölge tarihiyle ilgili bölümde bu durumdan detaylıca bahsedildi). Tevrat’a göre toprakları ele geçirmeden önce epeyce öldürmeleri, yağmalamaları ve tecavüz etmeleri gerekmiştir (hatta emredilmiştir). Yahudi medeni kanunu olarak da bilinen Talmud’da da bu saldırılara açık bir şekilde cevaz verilmiştir.
O kentte yaşayanları kesinlikle kılıçtan geçireceksiniz. Kenti yok edip orada yaşayan bütün halkı ve hayvanları kılıçtan geçireceksiniz. Yağmalanan malların tümünü toplayıp meydanın ortasına yığın. Kenti ve malları Tanrınız Rab’be tümüyle yakmalık sunu olarak yakın. (Tevrat, 5. Kitap-Tesniye, 13. Bölüm)
Goyim'i öldürmek vahşi bir hayvanı öldürmek gibidir. (Sanhedrin 59a)
Yahudi olmayanların en iyileri bile öldürülmeli. (Abodah Zara 26b)
Yasa'yı (Talmud) araştıran bir goy (Yahudi olmayan) ölümle cezalandırılır. (Sanhedrin 59a)
Şimdi genetik benzerlik üzerinden mülk edinme ve miras bırakma fikrini içeren bu absürt teorinin İsrail’in bütün şiddet ve zorbalıklarını meşru hale getirebilecek yeterlilikte tutarlı ve açıklayıcı olduğunu varsayalım. Bu takdirde teoriyi tüm etnik gruplar ve kabileler için genelleştirmemizin önünde ne engel kalır? Tarihte birçok grup, mülksüzleştirilmiş ve topraklarından edilmiştir. Tarihsel olarak mağdur olmuş her bir grubun günümüzdeki torunları, başka grupların elindeki mülklerin geçmişte etnik atalarından çalındığını ileri sürerek iadesini talep etmesini meşru görecek misiniz? Mesela, Yunanlıların bir zamanlar etnik ve kültürel olarak hakim konumda olduğu Anadolu topraklarını geri istemeleri ya da Türklerin Orta Asya steplerinde hak iddiasında bulunmaları; Amerikan yerlilerinin beyaz Amerikalıların sahip olduğu mülklerin tazminatını istemesi sizin için makul bir senaryo mudur? Peki bu senaryoları makul görmeyen insanlar İsrail’in Filistinlilerin toprakları üzerindeki sistematik gaspını makul görebilir mi? Ancak uslu bir goyim ise görebilir.
KAYNAKÇA:
Rothbard, Murray N. “War Guilt in the Middle East.” Left and Right 3, No. 3 (Spring-Autumn 1967): 20-30.
Walter E. Block - Alan G. Futerman - Rafi Farber, The Legal Status of the State of Israel: A Libertarian Approach: 435-554
Memiş, Ekrem. “Eskiçağda Filistin Ve Filistinliler”. Fırat Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Dergisi, c. 7, sy. 2, 2011, ss. 1-11.
Walter E. Block - Alan G. Futerman - Rafi Farber, The Legal Status of the State of Israel: A Libertarian Approach: 435-554
Israel: The Declaration of the Establishment of the State of Israel, -, 14 May 1948, https://www.refworld.org/legal/decreees/natlegbod/1948/en/46551 [accessed 16 August 2024]
Hoppe, Hans-Hermann “An Open Letter to Walter E. Block”




Yorumlar