Devletin Egemenliği ve Sivil Kurumların Gerileyişi
- Steinfluss

- 5 Mar
- 13 dakikada okunur

Giriş
Tarihi boyunca liberalizm -bugün "liberteryenizm" olarak adlandırılan ideoloji- genellikle mevcut düzene eleştirel bir alternatif sunmak ve özgürlüğü kısıtlayan sistemlere karşı çıkmakla ilişkilendirilmiştir. Bu tamamen yanlış değildir. Tarihsel olarak liberalizm, Batı Avrupa'da merkantilizm ve mutlakiyetçiliğe karşı bir tepki olarak tanınabilir bir ideoloji haline geldi. Zamanla bu muhalefet, sosyalizm, korumacılık, emperyalizm, saldırgan savaşlar ve köleliğe kadar genişledi. Bu açıdan, liberaller -bugünki adıyla liberteryenler- yüzyıllar boyunca yoksulluk, adaletsizlik ve sefalet yayan geniş bir ahlaki ve ekonomik kötülük yelpazesine karşı mücadele ettiler.
Ancak, sadece 'karşı olmak' hiçbir zaman tek başına yeterli olmamıştır; özgürlüğü korumak ve geliştirmek için somut alternatifler sunma gerekliliği her daim hasıl olmuş ve çeşitli liberteryen düşünürlerce vurgulanmıştır. Örneğin, Murray Rothbard, For a New Liberty (Yeni Bir Özgürlük İçin) adlı eserinde, özgür bir toplumun ancak devlet dışı kurumların güçlendirilmesi ve gönüllü işbirliğine dayalı bir sistemle mümkün olabileceğini savunmuştur (1). Rothbard'a göre, devletin rolünün sınırlandırılması kadar, bu boşluğu dolduracak sivil toplum kurumlarının inşası da hayati öneme sahiptir.
Özgürlükçülük, uzun zamandır sözde 'burjuva' değerleri, özel mülkiyet, yerel özyönetim ve - aksini iddia edenlere rağmen- dini kurumlarla yakından ilişkilendirilmiştir. Ancak bugün, liberteryenizme ve özgür topluma uzun süredir temel oluşturan ve devlet kontrolü olmaksızın toplumu ve sivil yaşamı mümkün kılan bu kurumlar ileri derecede bir çöküş içindedir.
Bu kurumların gerilemesi elbette tesadüfen olmadı. Modern devletin gücü, devletin bağımsız dini yapılanmalara, aile bağlarına ve yerel özyönetime karşı uzun süredir verdiği savaşların bir sonucudur. Devlet, tarihin hiçbir döneminde nüfusun "kalplerini ve zihinlerini" kazanmaya çalışan herhangi bir rakip örgütün varlığına müsamaha göstermemiş ve etkisiz hale getirebilmek için çeşitli şekillerde mücadele etmiştir.
Dolayısıyla, karşı karşıya olduğumuz zorluğun yalnızca devlete karşı çıkmaktan daha fazlası olduğunu görüyoruz. Daha ziyade, insan toplumunu örgütleme ve destekleme konusunda devlete alternatifler sunabilecek kurumları inşa etmek, güçlendirmek ve sürdürmek gerekmektedir. Ancak, bu alternatiflerin inşası kolay bir görev değildir, çünkü modern toplumların kahir-i ekseriyeti devlete bağımlı hale gelmiştir.
Nitekim, bugün karşılaştığımız çoğu insanın, giderek artan ihtiyaç ve isteklerini karşılamak için devlete bakmaya alıştığını söylemek yanlış olmaz. Bunlar arasında emeklilik maaşları, sağlık hizmetleri, eğitim, bilimsel araştırmalar ve kamu güvenliği gibi pek çok alan sayılabilir.
Bu durum, devlet dışı kurumların yeniden güçlendirilmesi ve toplumun devlete olan bağımlılığının azaltılması için daha fazla çaba gerektiğini gösteriyor. Ancak, devlete olan bu bağımlılık yalnızca ekonomik ve sosyal hizmetlerle sınırlı değildir; aynı zamanda toplumsal ilişkilerin ve aile yapısının da dönüşmesine neden olmuştur.
Ailenin gerilemesi sayesinde, artık milyonlarca Türk için en anlamlı ve kalıcı ilişkilerinin devlet kurumlarıyla olduğunu söylemek, abartı bir ifade olmayacaktır. Devlet, ailenin geleneksel rollerini üstlenerek, bireylerin hayatlarında daha merkezi bir hale geldi. Bu durum, devlet dışı kurumların zayıflamasına ve toplumun devlete olan bağımlılığının daha da derinleşmesine yol açtı.
Bu ortamda, devlet kurumlarını daha iyi bir şeyle değiştirme umudumuz varsa, birçok insanın rahatlık, güvenlik ve temel ihtiyaçları sağladığını düşündüğü devlet kurumlarının yerine geçebilecek özel kurumların inandırıcı bir şekilde ortaya konulması gerekecektir. Bu özel kurumlar olmadan, liberteryenizmin özgür, özel ve refah içindeki kurumlardan oluşan serbest hukuk toplumu yaratma görevi çok daha zor hale gelir, hatta imkansız olabilir.
Toplum Kurumlardan Oluşur
Liberteryen tarihçi Ralph Raico'nun belirttiği gibi, özgürlükçüler devlet ile "toplum" arasında temel bir ayrım yapar. Toplum, basitçe devlet olmayan kurumlardan oluşur. Filozof David Gordon'un ifadesiyle, "Liberaller, toplumun temel kurumlarının devletten tamamen bağımsız olarak işlev görebileceğine inanır."
Devlet dışındaki tüm bu kurumlar, genellikle "özel sektör" olarak adlandırılır. Bu terim, çoğunlukla ticari girişimlerle ilişkilendirilse de, aslında bağımsız dini yapılanmalar, aileler ve devlet dışı topluluk örgütleri de özel sektörün bir parçası olarak kabul edilebilir.
Toplumun kurumlarının, yani özel sektörün, devlet olmadan işlev görebileceği fikri, tarihsel bir gerçektir. İnsan uygarlığının başlangıcından bu yana, devletlerin yokluğunda bile, insanlar düzen, asayiş ve sosyal güvenlik ağları sağlamak için kurumlar ve ilişkiler inşa etmiştir. Yale tarihçisi Paul Freedman'ın da altını çizdiği gibi, birçok toplum, "bugün anladığımız anlamda bir hükümet" olmadan varlığını sürdürmüştür (4). Bunun yerine, Freedman'ın "gayri resmi sosyal ağlar ve bağlar" olarak tanımladığı yapılar sayesinde bir arada kalabilmişlerdir. Bu yapılar arasında akrabalık, aile, kişisel adalet mekanizmaları ve dini inançlar gibi unsurlar yer alır. Ancak, bu gayri resmi yapıların yanı sıra, bir zamanlar devletler ve imparatorluklar tarafından sağlanan hizmetleri sunmak üzere özel olarak tasarlanmış daha resmi ve güncel kurumlar da mevcuttur. Bu kurumlar, devletin olmadığı veya sınırlı olduğu durumlarda bile toplumsal ihtiyaçları karşılamak için ortaya çıkmıştır.
Korporasyonların Rolü
Orta Çağ boyunca ve mutlakiyetçilik dönemine kadar, örneğin, zayıf ve sınırlı devlet kurumlarıyla karşı karşıya kalan Avrupalılar, bilim insanlarının "korporasyonlar" dediği şeyleri yarattı. Bunlar, bugün anonim şirketlerle ilişkilendirdiğimiz şirketler değildi. Ekonomi tarihçisi Avner Greif'in ifadesiyle, bu örgütler "gönüllü, çıkar temelli, kendi kendini yöneten ve kasıtlı olarak oluşturulmuş kalıcı birliklerdi. Çoğu durumda, kendi kendine örgütlenmişlerdi ve devlet tarafından kurulmamışlardı." (3)
Bunlar arasında Kilise'nin kendisi, manastır tarikatları, üniversiteler, İtalyan şehir devletleri, kentsel komünler, milisler ve tüccar loncaları vardı. Hepsi, Avrupa'nın çeşitli yasal kurumlarında kendi ticari çıkarlarını korumak için aktif olarak çaba gösterdi.
Türkiye tarihinde de benzer yapılar mevcuttu. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu döneminde, loncalar (esnaf teşkilatları) ve vakıflar, korporasyonlara benzer işlevler üstlenmişti. Loncalar, ticari faaliyetleri düzenlerken, vakıflar ise eğitim, sağlık ve sosyal yardım gibi alanlarda hizmet veriyordu. Bu kurumlar, devletten bağımsız bir şekilde toplumsal düzeni ve ekonomik faaliyetleri destekliyordu. Ancak, Avrupa'daki korporasyonların aksine, Osmanlı'daki bu yapılar daha çok devletin himayesi altında faaliyet gösteriyordu.
Dahası, kökenleri ne olursa olsun, bu korporasyonlar kendi çıkarlarını prensin veya sivil otoritenin çıkarlarından ayrı olarak düşünme eğilimindeydi. Böylece, korporasyonlar devlet gücüne karşı bir başka kurumsal fren görevi gördü. Ralph Raico'nun gösterdiği gibi, Avrupa'nın ademi merkeziyetçi siyasi gücü—ve buna eşlik eden özel mülkiyet korumaları— bu korporasyon gruplarının talepleriyle prenslere ve sivil otoritelere dayatılan karmaşık bir hukuk ortamından doğdu. Böylece, Avrupa, her şeyin prense veya kolektife ait olduğu fikrinden ziyade "benim ve senin" fikrine saygı duyan siyasi ve hukuki felsefelere ev sahipliği yapmaya başladı.
Raico'nun sözleriyle:
"Prensler, sıklıkla ellerinin haklar fermanlarıyla bağlandığını gördüler... ki bu fermanları [prensler] tebaalarına vermek zorunda kaldılar. Sonuç olarak, Avrupa'nın nispeten küçuk devletlerinde bile, güç, her biri kendi garantili özgürlüklerine sahip olan sınıflar, tarikatlar, imtiyazlı şehirler, dini topluluklar, korporasyonlar, üniversiteler vb. arasında dağıtılmıştı." (2)
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, modern devletin yükselişi, devletin bu kurumlara karşı verdiği mücadeleyle yakından bağlantılıdır. Devlet tarihçisi Martin van Creveld'in gösterdiği gibi, devlet gücünü pekiştirmek için önce kiliseleri, soyluluğu, şehirleri ve korporasyonları ciddi şekilde zayıflatmak veya yok etmek zorunda kaldı (5). Ne de olsa, bu örgütler devletle rekabet halindeydi. Kendi ekonomik güvenlik ağlarını sağlıyorlar ve mahkemeler ve yerel milisler aracılığıyla sivil düzeni koruyorlardı. Ulus veya devlet fikrinden ayrı olarak bir topluluk ve sosyal amaç duygusu yaratıyorlardı. Hansa Birliği örneğinde olduğu gibi, tüccarlar için güvenli ticaret yolları ve tahkim hizmetleri sunarak kilit ekonomik hizmetler sağlıyorlardı.
Bu çok merkezli siyasi sistemler, devletin gücünü pekiştirmesinin önünde engellerdi ve ekonomist Murray Rothbard'ın belirttiği gibi, devlet dışı kurumların ortadan kaldırılması süreci erken modern dönemde hızlandı. 16. yüzyılda Fransa'da bu süreç tam anlamıyla devam ediyordu.
Rothbard durumu şu şekilde ifade eder:
"On altıncı yüzyıl Fransız legalistleri (yani mutlakiyetçi krala hizmet edenler), Orta Çağ'da birey ile devlet arasında duran tüm korporasyonların veya örgütlerin yasal haklarını sistematik bir şekilde yıktı. Artık aracı veya feodal otoriteler kalmamıştı. Kral, bu aracılar üzerinde mutlak güce sahipti ve onları istediği gibi yaratıyor veya yok ediyordu."
Bu süreç, bağımsızlık odaklarını ve devlete karşı potansiyel direnişi sona erdirmek için gerekliydi. Daha önceki zamanlarda, devlet, yönetimine gerçek anlamda direnebilecek çeşitli örgütlerin desteğini almak zorundaydı. Alexis de Tocqueville'in 19. yüzyılda belirttiği gibi: "Yüz yıl önce, Avrupa uluslarının büyük bir kısmında, çok sayıda özel kişi ve kurum, adalet dağıtmak, asker toplamak ve beslemek, vergi toplamak ve hatta sıklıkla yasa yapmak veya yorumlamak için yeterince bağımsızdı."
Bu, özünde, devlet ile özel sektör arasındaki yüzyıllardır süren mücadelenin bir özetidir. Bir zamanlar özel, ayrı, ademi merkeziyetçi veya merkezi devletin kontrolü dışında olan her şey, dizginlenmeli ve kontrol altına alınmalıdır.
Doğrudan Bir Devlet - Toplum İlişkisi Kurmak
Ancak orta çağdaki yasal bağımsızlıkları ortadan kaldırıldıktan sonra bile, kiliseler, kardeşlik örgütleri ve aileler, yerel dayanışma, bölgesel bağımsızlık ve yoksulluğun hafifletilmesi için kritik öneme sahip kurumlar olmaya devam etti.
Dahası, geniş aile işletmeleri, devlet dışında ayrı bir güç odağı oluşturuyordu ve bu ailelerin birçoğu bilinçli bir şekilde ekonomik bağımsızlıklarını korumaya çalışıyordu. Marksist tarihçi Eric Hobsbawm'ın "burjuva ailesi"ne bakışı tam olarak övgü dolu olmasa da, yine de ailenin 19. yüzyıl toplumundaki merkezi rolünün bir kısmını yakalaması açısından mühimdir: "Aile, yalnızca burjuva toplumunun temel sosyal birimi değil, aynı zamanda mülkiyetin ve işletme girişiminin temel birimiydi." (7)
Ancak devletin bu gayri resmi kurumsal rekabete bile tahammülü yoktu. 19. yüzyılda, devletin bağımsız kurumlara karşı muhalefeti, refah devletiyle birlikte bir sonraki seviyeye taşındı. Bu, ilk olarak, muhafazakar milliyetçi Otto von Bismarck tarafından gerçek bir bürokratik refah devletinin ilk kez tanıtıldığı Almanya'da geldi (Almanlar, her zaman olduğu gibi, "devlet işleri" konusunda oldukça titiz davrandılar!). Ralph Raico, refah devletinin, Bismarck'ın nüfusun devletten finansal bağımsızlığını sona erdirmek için bilinçli bir çabası olduğunu hatırlatıyor.
Ayrıca, ekonomist Antony Mueller, refah devletinin "Devlet ile vatandaşları arasında karşılıklı yükümlülük sistemi" kurduğu sonucuna varıyor (8). Bu, devletin yerel, kültürel veya dini kurumsal engellerden etkilenmeden bireylerle doğrudan bir ilişkiye sahip olması fikrini daha da pekiştirdi. Bismarck'ın danışmanlarından birinin dediği gibi, "halkı minnet zincirleriyle tahta bağlama" siyasi ihtiyacı, refah devletinin ortaya çıkmasına yol açtı.
Bu aynı zamanda, devlet ile bireyler arasında kurumsal bir tampon olarak aile birimini bypass etmenin güçlü bir yolunu temsil ediyordu. Elbette, geçmişte de yoksulluğun hafifletilmesi vardı. Ancak, neredeyse her zaman hane düzeyinde yönetiliyordu. Bismarck'ın refah devletinden önce devlet, bireylerle doğrudan ilgilenmek için henüz hane aile birimini tam olarak delmemişti.
Bu nedenle, Bismarck'dan bir asırdan fazla bir süre sonra, bir kurum olarak ailenin hızlı bir düşüşe geçmesi ve yeniden güçlendirilmediği sürece devlet gücüne karşı herhangi bir denge veya kurumsal direnç sağlamayı bırakması şaşırtıcı değildir.
Devlet Okulları
Belki de hiçbir kurum, bireyleri doğrudan angaje etme konusunda devlet okullarından daha fazlasını yapmamıştır. Devlet okullarının yükselişi ve özel okul eğitiminin ve evde eğitimin yerini alması, geçtiğimiz yüzyılda devletin en büyük başarılarından biri olmuştur (özel sektörü yok etme konusunda çok şey yapmış olması anlamında büyük bir başarı).
Tarihsel olarak, devlet eğitimi uzun süredir öğrencilerde kültürel birlik, asimilasyon ve hükümet yanlısı bir ideolojiyi teşvik etmeye yönelik olmuştur. Özel okullar ise, genellikle rejimin okullarına bir alternatif sunma amacıyla kurulmuştur. Çoğu zaman, devletin sunduğundan farklı bir kültür ve müfredat öğretmeye odaklanmışlardır. Sıklıkla, bu kurumlar doğrudan veya dolaylı olarak devlet okullarının dayattığı kültürel ve ideolojik normlara karşı şüpheciliği teşvik eder.
Söylemeye gerek yok ki, hükümetler bu tür kurumların varlığından hiçbir zaman memnun olmamıştır.
Eğitimde İdeolojik Hegomonya
Yirminci yüzyılın başlarında, Türkiye'de devlet eğitimi, yeni kurulan Cumhuriyet'in modernleşme ve ulus inşa projesinin temel taşlarından biri haline geldi. Kemalist rejim, eğitimi bir araç olarak kullanarak, genç nesillere laiklik, milliyetçilik ve Batılılaşma ideolojisini aşılamayı hedefledi. Devlet okulları, öğrencileri "modern Türkiye'nin uslu vatandaşları" haline getirmek için tasarlandı. Bu süreçte, eğitim müfredatı, Osmanlı geçmişinden kopuşu ve yeni bir ulusal kimlik inşasını vurguluyordu. Dini unsurlar, laiklik ilkesi gereği büyük ölçüde geri plana itildi ve eğitim, büyük ölçüde siyasi-ideolojik bir amaca hizmet etti.
Ancak, özel okullar ve dini eğitim kurumları, bu ideolojik çerçevenin dışında kalmaya çalıştı. Özellikle azınlık okulları ve dini cemaatler tarafından işletilen okullar, kendi kültürel ve dini değerlerini korumayı ve aktarmayı hedefledi. Örneğin, Ermeni, Rum ve Yahudi okulları, kendi dillerini, dinlerini ve geleneklerini öğretmeye devam etti. Benzer şekilde, İslami eğitim veren medreseler ve özel kurslar, devletin laik eğitim politikalarına alternatif bir alan yaratmaya çalıştı. Bu kurumlar, devletin dayattığı homojen ulusal kimlik anlayışına karşı bir direnç noktası oluşturdu.
Kemalist rejim, bu tür kurumları genellikle bir tehdit olarak gördü. Çünkü bu okullar, devletin ideolojik hegemonyasını zayıflatma potansiyeline sahipti. Özellikle 1924'te Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun (Öğretim Birliği Yasası) kabul edilmesiyle, tüm eğitim kurumları devletin kontrolü altına alındı ve dini eğitim veren kurumlar kapatıldı veya sıkı denetim altına girdi (11). Bu yasa, devletin eğitim üzerindeki tekelini güçlendirmeyi ve alternatif eğitim modellerini ortadan kaldırmayı amaçlıyordu.
1930'larda ve 1940'larda, devlet okullarının müfredatı, Kemalist ilkeleri (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik ve İnkılapçılık) genç nesillere aktarmak için daha da merkezileştirildi. Tarih dersleri, Osmanlı geçmişini eleştirel bir şekilde ele alırken, Türk milliyetçiliği ve laiklik vurgusu ön plana çıkarıldı. Bu dönemde, özel okullar ve dini eğitim kurumları üzerindeki baskılar da arttı. Devlet, bu kurumların varlığını, ulusal birliği ve ideolojik bütünlüğü zayıflatabilecek bir tehdit olarak görüyordu.
Devletin bu yaklaşımının ardındaki argüman, tipik olarak "çocukların iyiliği" ve "ulusal birliğin korunması" iddialarına dayanıyordu. Devlet, ebeveynlerin çocuklarını doğru şekilde eğitemeyeceğini, özellikle de dini veya geleneksel değerlerin, modern ve laik bir toplum inşa etme hedefleriyle çelişebileceğini savunuyordu. Ayrıca, devlet, bugünün öğrencilerinin yarının vatandaşları olacağı gerekçesiyle, eğitimin standartlaştırılmasının ve devlet kontrolünde olmasının ulusal bir zorunluluk olduğunu iddia ediyordu. (Elbette, "doğru eğitimin" ne olduğuna devlet karar veriyordu.)
Bu mantıkla, devlet, ebeveynleri çocuklarını (devletin daha kaliteli ve yetkin olduğunu varsaydığı) devlet okullarına göndermeye zorlamayı meşru bir politika olarak gördü. Ancak bu durum, ebeveynlerin eğitim tercihlerini büyük ölçüde kısıtladı ve devletin ideolojik hedeflerine uygun olmayan eğitim modellerini marjinalleştirdi.
Türkiye'de bu tür yasalar ve politikalar, uzun yıllar boyunca eğitim sisteminin merkezileştirilmesi ve devlet ideolojisinin genç nesillere aktarılması için kullanıldı. Ancak, özellikle 1950'lerden itibaren çok partili demokrasiye geçişle birlikte, özel okullar ve dini eğitim kurumları yeniden canlanmaya başladı. Bu kurumlar, devletin eğitim tekeline karşı bir alternatif sunma çabasıyla varlıklarını sürdürdü.
Günümüzde ise, Türkiye'de eğitim sistemi hala devlet okulları ile özel ve dini eğitim kurumları arasındaki gerilim üzerine kurulu. Devlet, eğitimi bir ulusal birliğin ve ideolojik bütünlüğün aracı olarak görürken, özel ve dini kurumlar, alternatif değerler ve kimlikler sunma mücadelesini sürdürüyor. Bu durum, eğitimin yalnızca bir bilgi aktarım aracı değil, aynı zamanda bir iktidar mücadelesi alanı olduğunu gösteriyor.
Ailenin Çöküşü
Devletin, çocukların hayatlarının merkezinde olması gereken kurumu—yani aileyi—ikinci plana iterek, devlet kurumlarını (örneğin okulları) çocukların hayatının merkezine yerleştirme başarısı, Türkiye'de de ailenin çöküşüyle daha da belirgin hale gelmiştir. Türkiye'de ailenin çöküşüne dair eğilimler, özellikle son birkaç on yılda net bir şekilde görülmektedir.
Türkiye'de doğurganlık oranları, 1960'larda kadın başına ortalama 6-7 çocukken, 2020'li yıllarda bu oran 2'nin altına düşmüştür. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2022 yılında toplam doğurganlık hızı 1,62 çocuk olarak ölçüldü (10). Bu düşüş, çocuk yetiştirmeye olan ilginin azaldığını gösteren önemli bir eğilimi yansıtıyor. Ayrıca, Türkiye'de evlenme yaşı giderek yükseliyor ve evlilik dışı birliktelikler artıyor. Özellikle genç nesiller arasında evlilik, geçmişe kıyasla daha az tercih edilen bir yaşam biçimi haline geldi.
Boşanma oranları da Türkiye'de son yıllarda önemli ölçüde arttı. 2000'li yılların başında yılda yaklaşık 50 bin olan boşanma sayısı, 2020'li yıllarda 150 binin üzerine çıktı. Bu artış, aile yapısının istikrarını kaybettiğini ve aile bağlarının zayıfladığını gösteriyor. Ayrıca, parçalanmış ailelerde yetişen çocukların sayısı da artıyor. Bu durum, çocukların erken yaşta evden ayrılması veya aile içi destek mekanizmalarının zayıflaması gibi sonuçlara yol açıyor.
Türkiye'de evlilik oranları da düşüş eğiliminde. Özellikle genç kadınlar arasında evlenmeme oranları artıyor. TÜİK verilerine göre, 25-29 yaş arasındaki kadınların evlenmemiş olma oranı 2000'li yılların başında %20'lerdeyken, 2020'li yıllarda bu oran %40'ın üzerine çıktı. Bu eğilim, evliliğin toplumsal bir kurum olarak önemini kaybettiğini gösteriyor.
Ailenin çöküşüne dair bu eğilimler, Türkiye'de de ailenin bir sosyal kurum olarak geçmişe kıyasla çok daha az önemli ve merkezi hale geldiğini gösteriyor. Bu durum, ailenin devletin devlet dışı kurumları zayıflatma çabalarına karşı anlamlı bir direnç göstermesini zorlaştırıyor. Aile, geleneksel olarak toplumun temel taşı olarak görülürken, günümüzde bu rolünü giderek kaybediyor. Peki, Türkiye'de ailenin çöküşünün nedeni nedir?
Birçok kanıt, bunun büyük ölçüde ideolojik ve kültürel bir mesele olduğunu gösteriyor. İnsanlar, aile kurmanın artık çok pahalı olduğunu söylüyor. Ancak, Türkiye'deki ekonomik krizler ve işsizlik oranları, aile kurma isteğini azaltan faktörlerden sadece birkaçı. Daha derin bir analiz, modernleşme, kentleşme ve bireyselleşme süreçlerinin aile yapısını dönüştürdüğünü gösteriyor. Özellikle genç nesiller arasında yayılan hedonizme dayalı sekülerleşme, evlilik kurumunun düşüşe geçmesine neden olan başlıca faktörlerden biridir.
Türkiye'de aile ve evlilikle ilgili olumlu duygular da azalıyor. Geçmişte aile, toplumsal dayanışmanın ve güvenin temel kaynağı olarak görülürken, günümüzde bu algı büyük ölçüde değişti. Boşanma oranlarının artması, evlilik dışı ilişkilerin yaygınlaşması ve çocuk sahibi olma isteğinin azalması, ailenin kurumsal olarak zayıfladığını gösteriyor.
Sonuç olarak, Türkiye'de de aile, devletin devlet dışı kurumları zayıflatma çabalarına karşı anlamlı bir direnç göstermekte yetersiz kalıyor. Ailenin çöküşü, devletin toplum üzerindeki kontrolünü artırırken, bireylerin devlete bağımlılığını da artırıyor. Bu durum, devletin eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler gibi alanlarda daha fazla rol üstlenmesine yol açıyor.
Devlet Dışı Kurumların Alacakaranlığı
Ailenin çöküşü, devletin devlet dışı kurumları etkisiz hale getirme çabalarının ne kadar başarılı olduğunun en çarpıcı kanıtıdır. Devlet gücüne karşı kurumsal engeller, eski hallerinin sessiz bir gölgesine dönüştü. Bağımsız komünler, özgür şehirler, yerel milisler ve bağımsız manastırlar ile kiliseler çoktan tarihe karıştı. Daha yakın tarihte ise, kardeşlik örgütleri ve yerel yardım kuruluşları bile giderek daha görünmez hale geldi ve merkezi hükümetin icazetine ve finansmanına daha bağımlı hale geldi. Dini pratikler derin bir düşüş içinde. Bağımsız dini yapılanmalar ve cemaatler gibi dini kurumlar büyük ölçüde zayıfladı. Aileler daha az birleşik ve daha az kalıcı hale geldi.
Buna karşılık, birçok insanın en kalıcı ekonomik ve kurumsal ilişkisi, ulusal devletleriyle olacak şekilde tasarlandı. Vergilerin büyük çoğunluğu merkezi hükümetlere ödenir. Çoğu sağlık hizmeti ve emeklilik yardımı ulusal devletlerden gelir. Artık üniversiteleri, hastaneleri ve yoksulluk yardımlarını finanse edenler kiliseler veya yerel önde gelen aileler değil, devletlerdir.
Bu durum, devletin lehinedir, çünkü bu, daha az bireyin ekonomik veya sosyal güvenlik için aileye veya diğer yerel ağlara güvenebileceği anlamına gelir. Belirsiz bir şekilde tanımlanmış ve esasen hayali olan ulusal "topluluk" dışında herhangi bir topluluğa olan bağlılığın azalması anlamına gelir.
'Birey' Tek Başına Yeterli Değil
Bütün bunlara yanıt olarak bazı aveller, "Oh, herhangi bir örgüt veya kuruma ihtiyacımız yok. Sadece güçlü bireycilere ihtiyacımız var!" diyebilir. Bu ilk duyulduğunda kulağa güzel bir fikir gibi gelebilir, ancak bunun devlet gücüne karşı tek başına bir denge unsuru olarak işe yaradığına dair elimizde hiçbir kanıt yok. Tarihsel olarak, liberteryenler, devlet gücüne karşı muhalefetin, önceden var olan ve kalıcı pratik, dini, ailevi veya ekonomik çıkarları ve ortak bir amaç duygusunu paylaşmayan dağınık bireylerden oluşması durumunda etkili olamayacağını uzun zamandır anlamışlardır.
Daha ziyade, devlete karşı direniş, genellikle bir kültürel veya yerel kurumsal bağlılık etrafında şekillenmiştir. Tarihsel olarak, bu genellikle aileler ve müttefiklerinin yerel ağları biçimini almıştır. Tocqueville, bu grupların hükümetin kötüye kullanımlarına karşı muhalefet örgütlemek için hazır bir bağlantı noktası sağladığını belirtmiştir.
Tocqueville şöyle demiştir:
"Aile duygusu canlı kaldığı sürece, baskıya karşı olan kişi asla yalnız değildi; etrafına baktı ve müşterilerini, kalıtsal dostlarını ve akrabalarını buldu. Bu destek eksik olsaydı, ataları tarafından desteklenir ve torunları tarafından canlandırılırdı." (6)
Tocqueville, bunlar veya benzeri kurumlar olmadan, devlete karşı siyasi muhalefetin etkisiz hale geldiği sonucuna varmıştır. Özellikle, devlet gücüne karşı pratik bir direniş inşa edecek kurumlar olmadan, rejim karşıtı ideolojinin bile pratiğe dökülmesinin bir yolu yoktur.
Tocqueville şu şekilde devam ediyor:
"Ortak bir bağla birbirine bağlı yirmi kişi bile olmadığında, hiçbir adamın, ailenin, tüzel kişiliği olan bir kurumun, sınıfın veya özgür bir kurumun bu fikri temsil etme gücü olmadığında ve her vatandaş—eşit derecede zayıf, eşit derecede fakir ve eşit derecede bağımlı olduğunda—devletin organize gücüne karşı yalnızca kişisel güçsüzlüğünü koyabildiğinde, kamuoyu ne güçte kalabilir?"
Fransız-İsviçreli liberal Benjamin Constant da benzer sonuçlara ulaşmış ve yerel sosyal kurumların genellikle dayanışma ve örgütlenme yoluyla devlet gücüne karşı kültürel bir denge sağladığını belirtmiştir.
Constant şöyle yazıyor:
"Yerel geleneklerden doğan çıkarlar ve anılar, otoritenin yalnızca pişmanlıkla tahammül ettiği ve yok etmek için acele ettiği bir direniş tohumu içerir. Bireylerle daha kolay başa çıkar; devasa ağırlığını kumun üzerinde olduğu gibi zahmetsizce onların üzerinde gezdirir." (9)
Ne Yapılmalı?
Devlet gücüne anlamlı bir şekilde karşı çıkmak istiyorsak, devletlerin bu kadar kolayca üzerinden geçemeyeceği kurum ve örgütleri teşvik etmek, büyütmek ve sürdürmek gereklidir. İnsanlar yerel bir cemaati desteklediğinde, bir aile kurduğunda, bir işletme inşa ettiğinde, karşılıklı yardım örgütleri oluşturduğunda veya yerel sivil bağımsızlığı teşvik ettiğinde, devlet gücüne karşı mücadelede kesinlikle kritik olan bir iş yapıyorlar. Devlet gücünü kötülemek—ve sayısız şiddet ve yoksullaştırma düzenine karşı çıkmak—her zaman iyidir, ancak bu yeterli değildir. Aynı zamanda devlet dışı kurumları övmeli ve günlük işlerimizde ve günlük yaşamlarımızda onları güçlendirmeliyiz
KAYNAKÇA:
Murray Rothbard, For a New Liberty: The Libertarian Manifesto, sec. 1, page 25-30, 1973
Ralph Raico, Classical Liberalism and the Austrian School, chap. 4, page 78-85, 2012
Avner Greif, Institutions and the Path to the Modern Economy: Lessons from Medieval Trade, chap. 3, page 45-52, 2006
Paul Freedman, Out of the East: Spices and the Medieval Imagination, chap. 2, page 60-67, 2008
Martin van Creveld, The Rise and Decline of the State, chap. 5, page 120-130, 1999
Alexis de Tocqueville, Democracy in America, vol. 2, chap. 4, page 200-210, 1835/1840
Eric Hobsbawm, The Age of Revolution: 1789–1848, chap. 6, page 150-160, 1962
Antony Mueller, The Political Economy of the Welfare State, chap. 2, page 45-55, 2019
Benjamin Constant, Principles of Politics Applicable to All Governments, chap. 3, page 90-95, 1815
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Doğurganlık, Evlenme ve Boşanma İstatistikleri, page 10-15, 2022
Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Türkiye Cumhuriyeti Resmi Gazetesi, Sayı: 245, 3 Mart 1924




Yorumlar